Helsinki Yurttaşlar Derneği Fransa ve Moldova’nın birlikte düzenlediği uluslararası yaz okulu 15-19 Ağustos tarihleri arasında Trans-Dinyester’de gerçekleşti. Toplantıya hYd adına katılan Gökçe Günel'in izlenimleri…

 

'Kimlik, Milliyetçilik ve Çatışma Çözümlemeleri' başlıklı yaz okulunda eski SSCB ülkelerinin politik ikilemleri ve devrimleri, Moldova’daki Afrikalı göçmenler ve Roman halkının hakları gibi farklı konular tartışıldı.

Ayrıca, yaz okulu sırasında dört atölye çalışması düzenlendi: (1) hCa ağını geliştirmek, (2) Avrupa’daki çatışmaların kaynağı olarak tarih, (3) Toplumsal cinsiyet ve çatışmalar (4) Sosyal forumlar ve farklı-küreselleşme hareketi. Yaz okulu kapsamında belgeseller gösterildi ve bir ırkçılık karşıtı futbol maçı yapıldı (ben kaybeden tarafta oynuyordum). Moldova’daki yaz okulu etkin bir fikir ve bilgi alışverişinin yanı sıra eski SSCB ülkeleri, Fransa, Avusturya, Polonya ve Türkiye’den gelen katılımcıların kaynaşmasını da sağladı.

Türkiyeliler için Moldova zaman zaman Türkiye’ye göç eden güzel kadınlarıyla ünlü bir ülke. Bu ülkenin nerede olduğunu bilen pek kimse yok, zaten Moldova turistik rotalar arasında da yer alamamış. Fakat bu bölgeye Türkler yoğun olarak yatırım yapıyorlar. Benim yaz okuluna gidişim ancak yaz okulu başlamadan bir hafta önce kesinleşti. Böylece “Yeşil pasaportlu bir Türkiye vatandaşı Kişinev’e nasıl gider?” konulu araştırmam başlamış oldu. Vize anlaşmaları son derece değişken olduğundan her turizm acentesi farklı fikirler öne sürüyordu: Bazılarına göre Moldova vizesi havaalanında satılıyordu, diğerleri ise vizeye ihtiyacım olmadığına kesin kararlıydılar. Sonuçta anladım ki vizeye ihtiyacım var, hem de vizenin çıkması tam beş gün sürüyor. Konsolosluk Ankara’da hizmet verdiğinden pasaportum bir zarfa girip Ankara’ya gidiyor, ardından bana geri dönüyor, tüm bu işlem 90 Dolar’a mal oluyor. Moldova Konsolosluğu bu 90 Dolar’ın 30 Dolar’ına talip oluyor.

Türk Havayolları’nın Moldova’ya biri Pazartesi diğeri Perşembe olmak üzere iki uçuşu var. Aynı zamanda “Air Moldova” emektar Yakovlev uçakları ile iki ülkeyi birbirine bağlıyor. Bir gidiş-dönüş bilet 200 €. Tabii İstanbul’dan Kişinev’e gitmek için başka ulaşım yolları da var: Otobüsle Kişinev’e gitmek 24 saat sürüyor. İlk planım gemiyle Odessa’ya varıp oradan Kişinev trenine atlamak olmasına rağmen zamanlama sorunları ile başa çıkamayınca ben de Air Moldova uçaklarından birinde yerimi almak zorunda kalıyorum.

Moldova’ya yolculuk edenler genelde Moldovalı kadınlar. Tabii bazılarının yanlarında eşlerini uğurlamak üzere havaalanına uğramış Türkiyeli erkekler de yok değil. Aklıma yola çıkmadan önce okuduğum bir şey geliyor: Moldova çalışan kadınların nüfusa oranı sıralamasında dünyada ikinci sırada (%67). İşte, yolculuk eden kesim bu oranı başarıyla temsil ediyor.

Tarih

Uçakta Moldova ile ilgili bir şeyler okumaya devam ediyorum: Moldova tarihi boyunca çok kez bölünmüş, bir çok farklı imparatorluk/ülke tarafından yönetilmiş. Bugün ise Moldova Dinyester nehri ile ayrılan iki farklı bölgeden oluşuyor: Nehrin batısındaki bölge uzun süre Romen egemenliğinde kalırken doğusundaki Trans-Dinyester 1792 Osmanlı – Rus Savaşı ardından çarlık Rusya’sına bağlanmış. 1812’de Besarabya da Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş. Ekim Devrimini takiben 1918’de Besarabya bağımsızlığını ilan etmesine rağmen iki ay sonra Romanya ile birleşme kararı almış. 1924 yılında Dinyester'in doğu yakasında Sovyetler Birliği Moldova Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni (MÖSSC) kurmuş, ardından başkenti Balta’dan (günümüzde Ukrayna sınırları içinde) Tiraspol’e (günümüzde Trans-Dinyester’in başkenti) taşımış. Fakat 1940 yılında Sovyet Ordusu Besarabya’yı işgal etmiş ve Moldova Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti topraklarına katmış. Bu birleşmenin devamında Besarabya’da yoğun “sovyetleştirme” çalışmaları yapılmış ve 300,000 Romen sınır dışı edilmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ve Romen birlikler Sovyetlere saldırdığında bu bölgedeki binlerce Musevi toplama kamplarına gönderilmiş. Daha sonra Gorbaçev’in glasnost ve perestroika kampanyaları Moldova’da milliyetçilik akımlarına yol açmış, 1989’da kurulan Moldova Halk Cephesi de böylece güç kazanmış. Moldov/Romen dili yeniden devlet dili olmuş, Latin harfleri kullanılmaya başlanmış ve milli bayrak yeniden hüküm kazanmış. Fakat, bu sırada Trans-Dinyester kırmızı Sovyetler bayrağına sadık kalmış. Moldova Ağustos 1991’de tam bağımsızlığını ilan etmiş.

Bu milliyetçi yönelimler Moldova’da azınlık sorunlarına da neden olmuş tabii. Trans-Dinyester’de Slav azınlıkların haklarını korumak için bir hareket oluşturulmuş. Bunun ardından Gagavuz Türklerinin çoğunlukta olduğu güney Moldova’da Gagavuz Halkı partisi yapılanmış. Gagavuzlar 1990 yılında Gagavuz Özerk Cumhuriyeti’ni kurmuşlar. Bir ay sonra ise Trans–Dinyesterliler bağımsızlıklarını ilan etmişler. Gagavuzlar özerklikle yetinirken, Trans-Dinyester bağımsızlıkta ısrar etmiş. Böylece 1992 yılında iç savaş patlak verir. Trans-Dinyester’in Rusya destekli milislerinin Moldova polisiyle çarpışması sonucunda 500 - 700 kişi ölür. Sonuç olarak, bölgeye Ruslar, Moldovalılar ve Trans-Dinyesterlilerden oluşan bir barış gücü yerleştirilir. Barış gücünün liderliğini Ruslar yapmaktadırlar.

Sınırın şimdi ne durumda olduğunu görmek için çok heyecanlanıyorum.

Kişinev

Havaalanında hCa Fransa’dan Florent Schaeffer ile buluşmam gerekiyor. Diğer katılımcılarla karşılaştıktan sonra bir maksi-taksiye (dolmuş işte) atlayıp Hotel Turist’e yollanıyoruz. Son derece misafirperver ev sahiplerimiz (Moldova hCa) erken gelen katılımcılar için enfes bir akşam yemeği düzenlemiş. Moldova yemeklerinin ve nefis kırmızı şarabın tadını çıkarırken hararetli bir sohbete başlayıveriyoruz. Ekipteki tek Türkiyeli olmama rağmen Türkçe iletişim kurabiliyorum! Kişinev’e Bakü’den gelmiş Rauf ve Nigar’la merhabalaşmak beni pek şaşırtıyor. Tam da tek kelime Rusça bilmediğim için (nazdrovie sayılmaz tabii) hüzünlendiğim sırada yeniden Türkçe konuşabilmek ne kadar iyi bir his!

Ertesi sabah Kişinev’i keşfetmek üzere yollara düşüyoruz. Rotamız neredeyse önceden belli, çünkü şehrin tüm görülesi yerleri Stefan Cel Mare bulvarının etrafına yayılmış durumda. hCa Moldova’dan Ilya Trombitsky pazara da gitmemizi tavsiye ederken Florent öğleden sonra otele geri dönmemizi rica ediyor. Öğleden sonra otobüse binip yaz okulu oteline doğru yola çıkacağız.

Kişinev’in caddeleri ne kadar geniş, her biri birer futbol sahası sanki. Tüm şehir yemyeşil parklar ve görkemli binalarla donatılmış. Şehrin yapısı diğer Sovyet şehirlerinden farksız: caddeler ızgara demirleri gibi birbirlerini kesiyor. İnsanlar son derece bakımlı ve ağaçlar o kadar dev ki gökyüzünü görmek neredeyse imkansız. Ama şehir son derece tenha, belki de binaların görkemi böyle yapıyor burayı, bir de Kişinev ne kadar sessiz, özellikle de yaşadığım şehirle karşılaştırdığımda… Fakat caddelerin kenarlarına park etmiş sayısız Mercedes ve Jaguar bu şehrin Avrupa’nın en fakir başkentlerinden biri olduğunu tahmin etmeyi oldukça güç kılıyor.

Dikkatimi çeken başka bir şey etraftaki Türk yatırımları oluyor. Turkcell telefonum Moldcell’e dönüşüyor, oteldeki sabunun markası Faks, pazarda satılan iç çamaşırlar Do-Re-Mi. Ülkedeki ünlü bisküvi şirketinin ismi ise “Nefis”. Şehrin göbeğinde kocaman bir Dedeman Oteli var. Sonradan Moldovalı arkadaşlarımdan öğrendiğime göre Türkler, Ruslar ve İsrailliler 1991’deki bağımsızlıktan sonra ülkeye en çok yatırım yapanlar olmuşlar.

Pazardaki Kiril harflerle bezeli diş bakım ürünlerini karıştırırken Hela ve Katarina’yı kaybediyorum. Etrafta umutsuzca yürüdükten sonra Stefan Cel Mare’ye geri dönüp Moldova kitap dünyasını keşfe çıkmaya karar veriyorum. Aklımda Moldova ile ilgili bir şeyler almak var, ama bir süre sonra bu hedefimin imkansızlığını fark ediyorum: Eğer Kişinev’in kitapçılarında vakit geçirebilmek istiyorsam Moldovca/Romence ya da Rusça öğrenmem gerek. Sonunda gördüğüm tek İngilizce kitabı satın alıyorum: “Bram Stoker’s Dracula”. 4 € öderken aslında bir İngilizce kitabın Moldova’da yaşayan biri için son derece pahalı olduğunu düşünüyorum, çünkü Moldova’da kişi başına düşen ortalama aylık gelir sadece 70 Dolar. Kitapçıdan çıkıp çiçekçiler çarşısına doğru yürüyorum. Birkaç dakika sonra otobüs kalkacak.

Trans-Dinyester’e giriş

Neredeyse bir saat yol aldıktan sonra Irina (Moldova hCa) pasaportlarımızı toplamaya başlıyor. İşte, sınırı geçeceğiz! Dinyester nehrinin diğer tarafına geçebilmek için özel bir izne ihtiyacımız var. Sınır öyle sıkı güvenlikli bir bölge ki tanklarla karşı karşıya gelmek bile mümkün (hatta kimse fark etmeden fotoğraflarını çekmek de). Ayrıca Sheriff isimli benzin istasyonu da sınır manzarasına dahil. Komünist ideallere sadık kalmaya çalışan bir ülkede Sheriff isimli bir istasyonlar zinciri görmenin oldukça ironik olduğunu düşünürken öğreniyoruz ki bu zincirinin sahibi Trans-Dinyester başkanı Igor Smirnov’dan başkası değil. Sınır polisi işlemler sürerken otobüste oturmamız gerektiğini hatırlatıyor.

Dört saatlik yolculuğumuzun sonunda bir sanatoryuma ulaşıyoruz. Sanatoryumda yaklaşık yüz yaşlı kalıyor, fizik tedavi görüyor, kükürtlü sularda banyo yapıyor. Kaplıca Dinyester’in doğu kıyısında. Ne yazık ki 1992 yılında bu kasaba, yani Dubossary, Trans-Dinyesterliler ve Moldovalılar arası çatışmalara sahne olmuş. Yaz okulu mekanı olarak bu sanatoryumun seçilmesinin nedeni de aslında buymuş. Oturduğumuz yerden sınırın karşı tarafını görebiliyoruz, hatta diğer tarafa yüzebiliriz bile! Dinyester buraya sanki sınırların anlamsızlığını vurgulamak için yerleştirilmiş. Gelecek günlerde bunun gibi sınırları eleştiren bir belgesel izleyeceğiz.

Bu uzun gün Bernard Dreano’nun hazırladığı “Müzik ve Barış” isimli sunum ile sona eriyor. Sunum sırasında farklı ülkelerin kültürlerini buluşturan şarkılar dinliyoruz: Sözleri Ermenice olan bir Kardeş Türküler şarkısı gelişmesi umulan Türk-Ermeni kardeşliğini anımsatıyor.

Konferans başlıyor

Yaz okulunun gerçek “ilk günü” hCa üstüne bir konuşma ile açılıyor. Florent’ın anlattığına göre Helsinki Yurttaşlar Derneği köklerini 1970'lerden alıyor. 1975 yılında imzalanan insan hakları anlaşmasının ardından, SSCB’nin ve batının muhalif demokratları bir “atom bombasından kurtulmak isteyen insanlar ağı” kurmaya karar veriyorlar. Helsinki Yurttaşlar Derneği 1975 anlaşmasının prensipleriyle uyumlu olarak kuruluyor ve sürdürdüğü insan hakları, demokrasi ve barışçıl çatışma çözümlemeleri çabası günümüze dek geliyor. Berlin Duvarının yıkılmasıyla değişen siyasi tablo bu çabanın doğuya doğru yayılmasını kolaylaştırmış oluyor. 19-22 Ekim 1990 tarihlerinde Avrupalı aktivistler o zamanki Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in liderliğinde toplanıyor ve Helsinki Yurttaşlar Derneğinin farklı bakış açıları ve deneyimlere sahip birey ve örgütlerin fikir ve bilgi alışverişine yardımcı olacak, ortak kampanyaların oluşumunu sağlayacak kalıcı bir forum olmasına karar veriyorlar. Bugün hCa Avrupa’daki en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. Helsinki ağı Orta Asya’ya doğru genişlemekte, diye ekliyor Florent.

Helsinki Yurttaşlar Derneği ile daha önce tanışmamış olanlara bir önfikir sunan bu konuşmanın ardından Moldova hCa sunumuna başlıyor. Moldova hCa 1993 yılında kurulmuş. O günden bu yana bir çok ırkçılık karşıtı harekete ve insan hakları kampanyasına katılmış. hCa Trans-Dinyester çatışma çözümlemesi ekibinde de yer almış. Kısaca ülkeyi tanıtan hCa Trans-Dinyester’i Sovyetler mirasına sadık kalan bir bölge olarak tanımlarken, Besarabya’nın batıya ve demokratik değerlere daha yakın olduğunu vurguluyor. Besarabya Latin alfabesi kullanırken Trans-Dinyester Kiril’den vazgeçmiyor.

Tabii Moldova’da yaşayan daha “farklı” insanlar da var. Sonraki sunumu Moldova’da yaşayan Afrikalıların hakları için savaşan Fatima’nın üyesi Keita Abdramane yapıyor. Moldova’da şu an yaşamakta olan bir çok Afrikalı bu bölgeye 1980’lerde Sovyet burslarıyla gelmiş. Çoğu Moldovalı kadınlarla evlenmiş, ama yaratılan idari ve bürokratik engeller yüzünden hala Moldova vatandaşı sayılmıyorlar. Keita Afrikalıların işverenler tarafından küçük görüldüğünü ve düşük ücretli işlerde çalıştırıldığını vurguluyor. Şu anda Moldova’da yaklaşık 50 Afrika kökenli aile yaşıyor. Çoğu Somali veya Sudan’dan gelmiş. Bazıları ülkelerindeki şiddetten kaçan sığınmacılar. Fatima sadece yetişkinlere yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda Afrikalı ebeveynlerin çocuklarıyla da ilgileniyor, kökenleri yüzünden Moldova’da sıkıntı çekmelerini engellemeye çabalıyor. Bunların yanı sıra, Fatima ırkçılık karşıtı futbol turnuvaları düzenliyor.

Keita’nın ardından Gagavuz Yerinden gelen Natalia ve Leonid bir sunum yapıyor. Gagavuzlar bir zamanlar Bulgaristan’da yaşayıp Türk-Rus savaşları sonucunda Besarabya’ya kaçan Hıristiyan Türkler. Gagavuz dili Türkçe’ye benziyor, ama Rusça ile harmanlanmış bir Türkçe (Bu yorumu dağıtılan Gagavuzca broşürler üzerinden yapıyorum, ne yazık ki katılımcıların hiçbiri Gagavuz dilini konuşamıyordu). Güvenlik, dış ilişkiler ve anayasal olarak Moldova’ya bağlı olan Gagavuz Yeri 1830 km²'lik bir özerk bölge. Gagavuz halkı Ocak 1995’te özgür irade kazanmış – özerkliğin onuncu yıldönümü kutlamalarında Süleyman Demirel onur konuğuymuş. Günümüzde Gagavuz halkı milli kimlik ve kültürünü yeniden canlandırmaya çalışıyor, Sovyetler döneminde unutulmuş gelenek ve göreneklerini tekrar hayata geçiriyor.

Moldova’da ırkçılık ve Gagavuz kimliği konularını dinlemenin ardından hCa kurucularından Bernard Dreano bize Gellner’in milliyetçilik teorisinden söz ediyor. Ukrayna’daki hCa kurucularından Natalya Belitser, güne benzer bir bakış açısıyla devam ediyor ve katılımcılara akıllarına gelen azınlık tiplerini soruyor. Daha sonra azınlık haklarının Avrupai bir kavram olduğunu ve bu yüzden Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bu konuda anlaşmazlıklar yaşadığını öne sürüyor. Osmanlı İmparatorluğunda azınlık kelimesinin dini azınlıklara, Musevilere ya da Hıristiyanlara, karşılık geldiğini ama şimdilerde Türkiye’nin diğer Müslümanları da azınlık olarak görmeye zorlandığını söylüyor. Ardından yaz okulunun en ateşli tartışması çıkıyor: pozitif ayrımcılık ne derece haklıdır, acaba var olmalı mıdır? Tartışma sona erdiğinde saat beşi bulmuş! Çaylarımızı almak için üst kata koşuyor, oradan da atölyelerimize yollanıyoruz.

Katıldığım atölyenin konusu “Sosyal Forumlar ve Farklı Küreselleşme Hareketi”. Konuya giriş için topluluktaki herkes küreselleşmenin bir negatif bir de pozitif yanını belirtiyor. Ardından grubun başındaki Bernard bize dünya sosyal forumlarının kısa bir tarihini anlatıyor. Bernard gayri resminin resmi üstüne etkisini özetlemek için ilk önce dünyanın ilk gayri resmi zirvesine değiniyor– BM’nin 1992’deki Yeryüzü Zirvesi – ve Porto Allegre ile devam ediyor. Bu sırada sosyal forum için neden Porto Allegre’nin seçildiğini de açıklıyor. Sosyal Forumların somut sonuçlarına örnek olarak Hindistan’daki forumdan sonra seçime katılımın nasıl değiştiğini ve bunun sonucu olarak Hindu milliyetçisi BJP’nin nasıl seçimlerde beklediği başarıyı elde edemediğini, iktidara gelemediğini vurguluyor Bernard. Sosyal Forumlar aslında birer pazaryerinden farksız diye sonlandırıyor, gidip istediğimiz sebze meyveleri satın alabiliriz, ama eve geri döndüğümüzde bir şeyler pişirmek ya da pişirmemek bize kalmış.

Yemek ertesinde bir Stefan cel Mare belgeseli gösteriliyor, fakat Rusça bilmediğim için belgeseli izleyemiyorum. Yine de Türklere karşı zaferleriyle ünlü Stefan cel Mare ile ilgili bilgi edinmek isterim tabii:

Stefan cel Mare (1457-1504), Avrupa’da Osmanlı’ya karşı sürdürdüğü uzun mücadele ile ünlü olan bir Moldova prensi. Fatih Sultan Mehmet Moldova’ya saldırdığı sırada Stefan işgali durduruyor ve bir süre için Türklerin Balkanlardaki ilerleyişini engellemiş oluyor.

1484’ten sonra Stefan sadece Türklerle mücadele etmekle kalmıyor, Moldova’nın bağımsızlığı için Polonyalı ve Macar işgalcilere karşı da savaşıyor. Sonunda 1489 yılında İkinci Beyazıt ile imzaladığı anlaşmada Moldova bağımsızlığını yıllık vergi karşılığında korumuş oluyor. Fakat 16. yüzyıldan itibaren Moldova prensliği Osmanlı hakimiyetine giriyor ve üç yüzyıl süresince Osmanlı imparatorluğunun parçası oluyor.

Stefan cel Mare Moldova’nın milli kahramanı. Moldovalı katılımcılara bu kahramanlığın tarih eğitimindeki etkisini sorduğumda derslerde Türkiye karşıtı bir hava estiğini öğreniyorum.

Moldova’daki Roman halkının hakları ikinci günün tartışma konularından. Roman halkı Moldova topraklarına 1428’de yerleşiyor, fakat 18. yüzyılın sonuna dek köle muamelesi görüyor. Romanlar devlet için, manastırlar için ve toprak sahipleri için çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Tatiana Roman halkının ancak 19. yüzyılda “özgür köylü” statüsü kazandığını söylüyor. Halk fakirlik içinde yaşıyor ve “çingene” diye adlandırılıyor, ki çingene tabiri halk için olumsuz çağrışımlar barındırıyor, ama sonuçta özgür! Tabii İkinci Dünya Savaşı ile birlikte işler değişiyor. Roman halkı toplama kamplarına gönderiliyor. Bazıları Trans Dinyester’e sürülüyor. Ancak 1971 yılında Roman halkı (Rom kendi dillerinde “adam” anlamına geliyor) olarak adlandırılma hakkını kazanıyor ve azınlık olarak tanınıyorlar.

Atölye çalışmasında Hela ve Oleg bize Tunus ve Belarus’taki Sosyal Forum deneyimlerini anlatıyorlar. Akşam yemeği ardından ise bir Orta Asya konuşması var. Bir Avrupa Birliği projesi için Kazakistan ve Tacikistan’da kalmış olan Olivier Orta Asya ile ilgili tezini yazmayı yeni bitirmiş. Son derece ilginç olan bu konuşma gece 11’e kadar devam ediyor. Göçebe Hint-İran kabilelerinin beşiği Orta Asya 751 Talas savaşıyla birlikte İslam etkisine giriyor. Böylece bölge halkı, farklı etnik kökenlerden olmasına rağmen, çokdilli bir İslami uygarlığı paylaşıyor, bu dönemde aralarında ciddi bir çatışma da çıkmıyor. Fakat Rusların güneye yönelmesi ve İngilizlerin Hindistan’dan kuzeye doğru ilerlemesi bu barışçıl süreci sona erdiriyor. Büyük Oyun döneminden sonra Orta Asya devamlı çatışmalarla baş etmek zorunda kalıyor. Yeni sınırlar ve milli diller yaratılıyor, alfabe farklı ideolojilerin etkisinde sürekli değişiyor. Yükselen milliyetçiliği desteklemek için tarih kitaplarından yeni kahramanlar bulunup çıkartılıyor. Sonuç olarak, asırlardır bu bölgede yaşayan halklar kendi ülkelerinde azınlığa dönüşüyorlar. Orta Asya hala yoğun tartışmalara gebe, son derece sorunlu bir bölge.

Ertesi gün devrimlerin ve Doğu Avrupa’daki son gelişmelerin artı ve eksi yönleriyle ilgili bir yuvarlak masa toplantısı ardından otobüse atlayıp Eski Orhei’ye gittik (Orheiul Vechi). Eski Orhei bir kayanın içine oyulmuş, şehirden uzak bir manastır. Pencereleri derin bir uçuruma bakıyor. Raut Nehrini gören kaya manastırı 13. yüzyılda Ortodoks rahipler tarafından yontulmuş. 18. yüzyıla kadar kullanılan manastır, 1996 bir kaç rahibin bu münzevi hayata geri dönüşüyle restore edilmeye başlanmış. Arkeolojik olarak son derece zengin olan bu alanda bir de buralardan çıkmış tarihi eserlerin sergilendiği bir müze var. İşte bu müze otobüsten indikten sonraki ilk durağımız. Yine de, Eski Orhei’yi unutulmaz kılan taş terastan aşağıya baktığımızda gördüğümüz nefes kesici vadi manzarası değil de atıldığımız su bulma macerası. Otobüs yolculuğu boyunca susuzlukla boğuşan katılımcılar bir kuyuya rastlıyor ve kova kova su çekerek susuzluklarını dindirmeye çalışıyorlar. Eski Orhei yakınlarındaki Trebujeni köyü de ayrıca ilginç bir durak.

O akşam için atölye çalışmaları iptal ediliyor. Atölye çalışmaları yerine sınırlar üstüne bir belgesel izliyoruz. Bu belgeseli Malta’daki bir İnsan Hakları programının mezunları hazırlamış. Belgesel oldukça ilginç: Kıbrıs’ta sınırı karadan geçmeyi başaramayan kahramanlarımız İstanbul’a uçuyor, oradan Atina’ya gidip bir Güney Kıbrıs uçağına biniyorlar. İsrail – Lübnan sınırını geçmeye çalıştıklarında da benzer bir senaryo yaşanıyor. Belgesel bir çok ironik olayı konu alıyor ve hepimizi biraz şaşırtıyor.

Yaz okulunun son günü atölye çalışmalarına ayrılmış. Anne Madelain Avrupa’da kültür konulu sunumunu bitirdikten sonra herkes atölye ekiplerine ayrılıyor ve sonlandırıcı sunumlarını hazırlıyor. Atölye çalışmalarının bazı çıkarımları şöyle: (1) bir hCa tüzüğü hazırlamak – varolan tüzüğü güncellemek, (2) bir sonraki yaz okuluyla ilgili fikirler – nerede olmalı, Kırım mı Fransa mı, yaz okulu için nereden kaynak bulunmalı, (3) Atina’daki Avrupa Sosyal Forumu için bir atölye çalışması hazırlamak. Ayrıca, hCa için bir uluslararası sekreterya kurulması tartışılıyor. “Avrupa’daki çatışmaların kaynağı olarak tarih” atölyesi tarih eğitiminde reformların etnik çatışmaları durdurmaya katkısı olacağına ve tüm uluslara saygı duymayı sağlayabileceğine karar veriyor. Atölye Avrupa’da böyle bir yaklaşımın eksik olduğunu ve tarih kitaplarının teksesliliğinin bu yaklaşımı somutlaştırdığını vurguluyor. Moldovalı katılımcılar kendi ülkelerinde de böyle bir reforma ihtiyaç duyulduğunu ve çoksesli tarih eğitiminin sadece Moldova devletine değil diğer devletlere de saygı duyulmasını sağlayacağını ifade ediyor. Ayrıca böyle bir eğitim reformu ülke içi azınlık sorunlarının çözülmesine de katkıda bulunacaktır tabii.

Tartışmalar sona erdiği gibi herkes futbol sahasına koşuyor. Güneş batmadan önce maçı bitirmemiz gerek! Fatima’nın düzenlediği ırkçılık karşıtı futbol maçı yaz okulu için muhteşem bir final. Ayrıca yaz okulu boyunca akşamlarımızı renklendiren Dinyester’de yüzme aktivitesi futbol maçının ardından tekrarlanıyor. Tabii yaz okulu sırasında nehirde yüzmek bile eğitici bir hal alabiliyor: Ilya bize Ukrayna’nın inşa ettiği bir barajdan dolayı nehrin olması gerekenden 5 derece daha soğuk olduğunu söylüyor. Bu gece Trans-Dinyester’de son gecemiz: Lokum yiyerek ve Ermeni şarabı içerek vedalaşıyor, bu sırada sanatoryum diskosunda dikkat çekici bir grup Trans-Dinyesterli asker ile birlikte Moldova ezgileri dinliyoruz. Sonraki sabah erkenden yola çıkmamız gerek, çünkü birinin 11’de havaalanında olması gerekiyor (evet uçağa yetişmesi gereken kişi bendim).

Yaz okulu sadece katılımcıları bilgilendirmekle kalmıyor, aynı zamanda dünyanın farklı noktalarından gelmiş insanlar arasında iletişimi güçlendiriyor. Çeşitli aktiviteler düşündürücü tartışmalara renk katıyor, ve sonunda herkes eve hakkında düşünecek, planlar yapacak bir şeylerle dönüyor. Ayrıca herkesin bekleyecek bir şeyi de var: bir sonraki yaz okulu!

Gökçe Günel